Türkiye’de son dönemde sözde 'Kürt sorunu' adı altında yeniden gündeme getirilen ve büyük küresel güçlerin müdahil olduğu 15-16 aydır üzerinde çok detaylı olarak çalışılmış bir proje, hayata geçirilmeye hazırlanıyor.
Bu proje, ABD ve İsrail gibi dış güçlerin güdümünde ve AB’nin desteğiyle şekilleniyor. Ülkemizin yalnızca iç dinamiklerine değil, Kürt nüfusunun bulunduğu tüm coğrafyaya hitap ettiği söylenen bu strateji, aslında Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) başka bir yansımasından ibaret. Kimi zaman “Büyük Kürdistan Projesi” olarak da anılan bu planın, Türkiye başta olmak üzere, Irak, Suriye ve İran gibi bölge ülkelerinin toprak bütünlüğüne zarar vereceği aşikâr.
Küresel güçlerin ve yerel işbirlikçilerin hazırlıklarını sürdürdüğü proje, “Kürt ittifakı” adı altında Türkiye’nin doğusunu Kürt nüfusu çoğunlukta olan diğer bölge ülkeleriyle birleştirmeyi ve böylelikle Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tehdit eden sözde Kürdistan’ı oluşturmayı hedefliyor. Bu plana göre, Doğu, Batı, Kuzey ve Güney Kürtleri bir araya getirilerek bir bölgesel yapı inşa edilecek. Aslında, bu yapı Türkiye ve bölgedeki diğer ülkelerde bir kaos yaratma amacı güdüyor.
Bölgesel istikrar kisvesi altında, Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunda bu planı uygulamaya çalışanlar, Irak’ın kuzeyinde ve Suriye’deki Kürt toplulukları yeni bir statü kazanırken, İran’a da bu baskıyı yansıtmak istiyorlar. Türkiye’nin bu tür bir projeye yönlendirilmesi, ülkenin toprak bütünlüğü açısından büyük bir tehdit.
Bölücü Terör Örgütü elebaşı Abdullah Öcalan’ın İmralı’da duruşuyla Kandil’deki üst düzey yöneticiler arasında yaşanan fikir ayrılıkları, bu projenin içeride de çeşitli tehditler barındırdığını gösteriyor. Öcalan ve Kandil arasındaki çatışmalar, Türkiye’yi yalnızca PKK ile değil, diğer Kürt gruplarıyla da masaya oturmaya zorlamayı amaçlıyor. Kürt hareketi içindeki bu anlaşmazlıkları fırsat bilerek Türkiye’yi masada zor durumda bırakmayı planlıyorlar. Bu proje, ülkemizin toprak bütünlüğü ve milli güvenliği üzerinde ciddi bir risk oluştururken, aynı zamanda uluslararası güçlerin bölgedeki çıkarları doğrultusunda bir “diplomatik baskı” olarak önümüzde duruyor. Türkiye’nin kendi sınırları içerisindeki bu tür çatışmalara karşı çok daha temkinli yaklaşması gerektiği açık.
Bu projenin bir parçası olarak Türkiye’de Kürtlere anayasal düzeyde özel haklar verilmesi ve Kürtçe eğitimin teşvik edilmesi planlanıyor. Bu adımlar, ilk etapta “Kürtlerin kültürel haklarının genişletilmesi” olarak sunulsa da aslında Türkiye’yi etnik temelde bölmeyi hedefleyen uzun vadeli bir stratejinin parçası. Tam da bu noktada Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın ilk 3 maddesi ve bunları bağlayan 4. maddesinin değiştirilmesi hedeflense de aslında 42. ve 66. Maddeleri de değiştirmek istiyorlar.
Bu tür anayasal değişiklikler, üniter yapımıza aykırı ve ülkede toplumsal bölünmeye zemin hazırlayabilecek tehlikeler içeriyor. Kürtçe eğitim, Türkiye’nin resmi dili olan Türkçe’nin gücünü ve birlik simgesini zedeleyebilir. Milli değerlerimizin korunması ve etnik temelli ayrıştırıcı politikaların önüne geçilmesi açısından bu tür anayasal değişikliklere karşı durmalıyız.
Bu noktada Tito döneminde Yugoslavya’da verilen anadilde eğitim tavizlerinin, yıllar sonra ülkenin yedi parçaya bölünmesine nasıl yol açtığını hatırlamak gerek. Yerel özerklikler ve anadilde eğitim gibi haklar, 15-20 yılda Yugoslavya’da etnik kimliklerin güçlenmesine yol açarak, grupların bağımsızlık arzularını besledi; bu da merkezi otoritenin zayıflamasına ve ülkenin parçalanmasına zemin hazırlamıştı.
Bu nedenle böylesi bir dönemde 'Anayasa değişikliği' demek Türkiye Cumhuriyeti’nde bölünmenin önünü açmaktan başka bir şey değildir.
Yine planlanan yeni süreçte Diaspora Kürtlerinin geri dönüşünün teşvik edilmesi, projenin bir diğer tehlikeli ayağını oluşturuyor. Bu elbette terör örgütüne üye/sempatizan ve suçlu olan “Terör örgütü üyelerine af” konusunu da gündeme getiriyor. Türkiye, geri dönecek olanların “barış sürecine katkıda bulunacağı” iddiasıyla onları Türkiye’ye çekmeyi hedefliyor. Geri dönüşle amaçlanan şeyin barış değil, bu kişilerin etnik temelli politikaların yayılmasına aracılık etmeleri olduğu oldukça açık. Diasporada köklü bir şekilde örgütlenmiş Kürt gruplarının ülkeye dönüşüyle birlikte bölgedeki ayrılıkçı hareketlerin hız kazanacağı çok nettir. Dolayısıyla, bu adımın ülkemiz için güvenlik ve toplumsal uyum açısından ciddi tehditler doğurabileceğini unutmamalıyız.
Bu proje, Kuzey Doğu Suriye olarak bildiğimiz, terör örgütünün Rojava dediği bölgenin statüsünü Türkiye ile müzakere edilerek belirlemeyi ve Kuzey Doğu Suriye’yi bir nevi “özerk Kürt devleti” gibi tanımlamayı öngörüyor. Önerilen bu yapı, Kuzey Doğu Suriye’nin Türkiye’ye karşı bir tehdit unsuru haline gelmesine yol açacak bir adım. Öte yandan, Suriye’nin geleceği belirsiz bir şekilde yönlendirilerek ve küçülterek yalnızca Şam ve Lazkiye çevresinde var olması öngörülüyor. Sınırımızda böyle bir “Kürt devleti” benzeri yapının oluşturulması, Türkiye’nin güneyinde adeta bir “güvenlik duvarı” oluşturarak, milli güvenliğimizi tehlikeye atıyor.
Yakın zamanda duyacağınız ve tıpkı bir önceki çözüm sürecindeki Akiller gibi 300 kişilik Akil İnsanlar Heyeti, projenin iç güvenliğimizi zayıflatacak bir yapı olarak karşımıza çıkıyor. Kürt toplumuna verilen bu geniş katılım hakkı, ülkemizi yalnızca içeride değil, yurtdışındaki Kürt diasporasıyla da diplomatik bir baskı altına sokacak. Kürtlerin temsil edildiği bu “meclis benzeri” yapı, çözüm sürecine halk katılımı sağlamak kisvesi altında ülkemizin yönetim yapısını etkilemeyi amaçlıyor. Bu plan, Türkiye’nin iç ve dış politikada ayrılıkçı hareketlerle karşı karşıya kalmasına yol açabilir. Millî birliğimiz ve bağımsızlığımız adına, bu tür yapılara kesinlikle izin verilmemesi gerekiyor.
Bu proje, yalnızca Kürtler arasında değil, devletin çeşitli organlarında da çözüm sürecine karşı çıkan birçok unsurun varlığını tehlikeli bir şekilde ortaya koyuyor. Ülkemizi iç karışıklığa sürükleyebilecek ve bölgesel güvenliğimizi zedeleyebilecek adımlar içeren bu proje, millî birlik ve beraberliğimize büyük zarar verebilir. Kuzey Doğu Suriye ve Kandil gibi bölgelerde “güvenlik adımları” olarak sunulan uygulamaların ülkemizin güvenliği açısından ciddi tehdit oluşturabileceğini göz ardı etmemeliyiz. Ülkemizin barışını sabote edebilecek bu ayrılıkçı politikalara karşı, milli güvenliğimizi sağlam temeller üzerine kurmalıyız.
Bu projede PKK’nın silah bırakması öngörülüyor ancak asıl niyetin PKK’lı terör örgütü üyelerinin sivil hayata entegrasyonu adı altında siyasi bir güç kazanması olduğu açıkça görülüyor. Dağdan inen PKK’lıların topluma kazandırılması gibi adımlar, milli güvenlik tehdidini artırabilir. Bu projeyle amaçlanan şeyin barış değil, PKK’nın yeni bir kimlik kazanarak olası/planlanan bir bölgesel yönetim içinde bir güç odağı haline gelmesi olduğu unutulmamalıdır. PKK’nın sivil hayata entegrasyonu adı altında ülkenin iç dinamiklerini baltalayabilecek adımlara izin vermemeliyiz.
Bu projeyle Kürtlerin anayasal ve hukuki düzeyde korunmasını sağlamak adı altında, Türkiye’yi bölünmeye götürecek bir sürecin başlatılması öngörülüyor. Anayasa’nın 66. maddesi değiştirilerek Kürtlerin sanki vatandaş olarak eşit değilmiş gibi “kardeş ve eşit millet” olarak anayasada yer alması gibi bir hamle, Devletin ulus yapısını ve milli birliğimizi zedeleyip, iç kargaşaya yol açabilecek sonuçlar doğurabilir. Türkiye’nin anayasasında bu tür değişikliklerin yapılması, bölgesel bağımsızlık hedefleri doğrultusunda, bölünmenin önünü açabilecek en büyük tehlikedir. Millî birlik ve bütünlüğümüze zarar verebilecek bu anayasal değişikliklere karşı her zaman dikkatli olmalıyız.
Türkiye’de uygulamaya konulmaya çalışılan, üzerinde en ince detayına kadar çalışışmış 5 yıllık bu yeni süreç veya proje, Kürt sorununu çözme iddiasıyla ortaya konulsa da aslında “Büyük Ortadoğu Projesi” adı altında ülkemizi içten bölmeyi amaçlayan bir yapıyı gözler önüne seriyor. Bu proje, bölgesel bir barış değil, bölgenin ve Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tehdit eden ayrılıkçı hareketlerin güçlenmesini sağlayacak bir adım olarak dikkat çekiyor. Türkiye, bu gibi projelere karşı daima tedbirli ve uyanık olmalı, millî birliğimize zarar verebilecek her türlü adıma karşı mücadelesini sürdürmelidir.
Türk Milleti olarak ülkemizin bağımsızlığı, toprak bütünlüğü ve milletimizin huzuru için bu tür projelere karşı her zaman duruş sergilemeliyiz.
“Türkiye Türklerindir.İşte milliyetperverlerin umdesi (ilkesi)budur. Mustafa Kemal ATATÜRK , Ankara,Ağustos 1921.