Atatürk için cumhuriyetin, siyasal rejim olmanın ötesinde çok daha geniş bir anlamı vardı. Atatürk için cumhuriyet; Türkiye’de siyasetten hukuka, eğitimden ekonomiye, kadın haklarından kültür-sanata her alanda çağdaşlaşmak, yine kendi ifadesiyle “muasırlaşmak” demekti. Atatürk’ün liderliğinde gerçekleştirilen Cumhuriyet Devrimleri toplumsal aydınlanmayı sağlayarak Türkiye’nin çağdaşlaşmasını ve böylece “kalkınmasını” amaçlamıştır.
29 Ekim 1923’te Cumhuriyeti kuran Atatürk, devrimlerinin amacını şöyle açıklamıştır: “Efendiler, yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını bütünüyle çağdaş ve bütün anlam ve biçimiyle uygar bir toplum durumuna getirmektir.” Yani Cumhuriyetin temelleri, yalnızca siyasi bir dönüşüm değil aynı zamanda toplumsal bir aydınlanma hareketiydi.
Aydınlanmayla; bireyin toplumsal, dinsel kademeleşmeden, baskılardan, dogmatik düşünce tarzından kurtularak özgürce karar alması, kendi iradesi doğrultusunda davranmasını anlıyoruz. Aydınlanma, bu anlayış gereği, gerçek bir Cumhuriyetin temel koşuludur. Bu bağlamda Atatürk’ü anlamak için öncelikle, Orta Çağ’ı ve Orta Çağ’dan çıkışı temsil eden Rönesans ve Aydınlanma dönemlerini anlamak gerekir. Çünkü Cumhuriyetin kurumlarının, değerlerinin varlığı ve gelişimi de ancak Aydınlanma felsefesiyle, aydınlanmacılıkla mümkündür. Orta Çağ; siyaset, devlet, hukuk, eğitim, bilim, felsefe, sanat alanlarının dine endekslendiği, dinlerin bu alanları hegemonya altına aldığı ve laiklik ilkesinin geçerli olmadığı, teokratik bir yapılanmanın egemen olduğu bir dönemdir.
Rönesans ve Aydınlanma olarak bilinen dönemler ise siyaset, devlet, hukuk, eğitim, bilim, felsefe, sanat alanlarının dinin baskıcı etkisinden çıkarak özgürleştiği, bu alanlarda ilerici devrimlerin gerçekleştiği dönemlerdir. (İngilizlerin Görüş Ortamı / İklimi (climate of opinion), Fransızların Işıklar Yüzyılı (le siècle des lumières) ya da Aydınlatma, Işıtma (éclaircissement) yahut da ünlü tarihçi ve düşünür Michelet’nin diliyle Büyük Yüzyıl (le grand siècle), Kant’tan esinlenen Almanların Aydınlanma (Aufklärung), İtalyanların Aydınlanmacılık (illuminismo) dedikleri dönem.)
Hobbes, Bacon, Locke, Descartes, Leibniz, Spinoza, Hume, Kant, Rousseau, Montesquieu gibi filozoflar; Kopernik, Galilei, Kepler, Newton gibi bilim insanları; Leonardo da Vinci, Rafaello, Boticelli, Michelangelo gibi sanatçılar bu dönemlerde yetişmişlerdir.
Aydınlanma yüzyılında; bilime, felsefeye değer veren iki büyük önder devlet adamı vardır: Büyük Frederich ve İkinci Katerina. İkisi de, dönemin büyük düşünürlerinden yararlanmaktadır. Büyük Friedrich, Voltaire’i ülkesine çağırmakta; İkinci Katerina, Diderot’yu bir yıl boyunca Kışlık Sarayı’nda ağırlamakta, Beccaria’yı bir ceza yasası yapması için yine ülkesine davet etmektedir.
Buna karşılık akıl çağı öncesini yaşayan ve ülkesini, söylencelerle (mitoloji), masallarla, yıldız falcılarıyla yönetmeye çabalayan Osmanlı Sultanı III. Mustafa, Büyük Friedrich’ten imparatorluğunu kurtarmak için üç müneccim istemektedir.
Osmanlı İmparatorluğu, tarih ve takvim olarak Orta Çağ sonrasına denk gelse de, (fiilen ortaçağdaki Bizans İmparatorluğu’nun yapısını koruduğu için) Rönesans ve Aydınlanma dönemlerinde Avrupa’da yaşanan gelişmelerin dışında kalmıştı. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kalan toplumsal mirasın özeti; Aydınlanma çağını yaşamamış, savaştan yeni çıkmış, yüzde 90-95'i okur-yazar olmayan, nüfusunun yüzde 60'ını oluşturan kadınların medeni ve siyasi neredeyse hiçbir hakkının olmadığı, bazı yasal düzenlemelere rağmen kız çocuklarının okula gönderilmediği, ağalık ve tarikat/cemaat düzeninin egemen olduğu, en yaygın eğitim-öğretim kurumunun medreseler olduğu, yüksek lise görünümündeki bir Darülfünun dışında bilim üreten tek bir kurumun olmadığı, nüfusunun yüzde 70'inin hastalıklarla boğuşan, yüzde 85'i köylerde ikamet ederek ilkel yöntemlerle yapılan tarımla geçinen, saltanat ve hilafet ile biat kültürünün egemen olduğu, önemli kurum ve kuruluşlarda yabancıların hüküm sürdüğü, borçlu ve bağımlı bir ülkede yaşamaya çalışan halktır.
Bilimsel gelişme ve “kalkınma” için her şeyden önce aklın özgürleşmesine ihtiyaç vardır.
Aydınlanma süreçlerinden geçmemiş bir din-tarım toplumunda aklın özgürleşmesi kolay değildir. Atatürk bu durumun farkındaydı ve bir gerçekçiydi. Aydınlanma devrimlerini 20. yüzyılda Anadolu’da devreye soktu. Bu bağlamda gelişen Cumhuriyet ideali, bir milletin zihniyetini kökten değiştirme ve onu çağdaş dünyaya entegre etme hedefini güdüyordu. Atatürk’ün “muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak” ifadesi sadece bir teknik ilerlemeyi değil, aynı zamanda akılcılığı ve bilimsel düşünceyi merkeze alan bir toplumsal yapıyı işaret ediyordu. Bu, özellikle o dönemde geleneksel kalıpların ve dogmatik düşüncenin egemen olduğu bir toplumda radikal bir değişim anlamına geliyordu.
Ulusal egemenlik mücadelesi Cumhuriyete doğru evrildikçe bazı silah arkadaşları da Atatürk’ü yalnız bırakmışlar, hatta ona cephe almışlardı. Atatürk gerçekleştireceği devrimleri, karşıt akımlardan korumaya kararlı bir liderdi. Bu yönde stratejik davranmış ve her türlü önlemi almaktan kaçınmamıştır. Atatürk NUTUK ’ta bu süreci şöyle ifade ediyor;
“Efendiler, Saltanat devrinden Cumhuriyet devrine geçebilmek için, herkesin bildiği gibi, bir geçiş dönemi yaşadık. Bu dönemde iki fikir ve görüş birbiriyle sürekli olarak çatıştı. O fikirlerden biri, Saltanat devrinin devam ettirilmesiydi. Bu fikrin taraftarları açık idi. Öteki fikir, Saltanat yönetimine son vererek cumhuriyet yönetimini kurmaktı. Bu, bizim fikrimizdi. Biz fikrimizi açıkça söylemekte sakınca görüyorduk. Ancak görüşümüzün uygulama gücünü saklı tutup onu uygun bir zamanında gerçekleştirebilmek için, Saltanat taraftarlarının fikirlerini uygulama alanından uzaklaştırmak zorundaydık. Yeni yasalar yapıldıkça, özellikle Anayasa yapılırken Saltanat taraftarları, padişah ve halifenin haklarının ve yetkilerinin açıkça belirtilmesinde ısrar ederlerdi. Biz, bunun zamanı gelmediğini veya gerek olmadığını belirterek o yönü söylenmemiş bırakmakta yarar görüyorduk. Devlet yönetimini, cumhuriyetten söz etmeksizin, milli egemenlik esasları çerçevesinde, her an cumhuriyete doğru yürüyen biçimde yoğunlaştırmaya çalışıyorduk. Büyük Millet Meclisi’nden daha büyük makam olmadığını anlatmakta ısrar ederek, Saltanat ve Hilafet makamları olmaksızın devleti yönetmenin olanaklı olduğunu kanıtlamak gerekliydi. Devlet başkanlığından söz etmeksizin, onun görevini fiilen Meclis Başkanına gördürüyorduk. Fiilen Meclisin Başkanı, İkinci Başkandı. Hükümet vardı, fakat “Büyük Millet Meclisi Hükümeti” adını taşırdı. Kabine sistemine geçmekten kaçınıyorduk; çünkü hemen Saltanatçılar, padişah yetkilerinin kullanılması gerekliliğini ortaya atacaklardı. İşte, geçiş devresinin bu savaşım aşamalarında bizim kabul ettirmek zorunda bulunduğumuz ara rejimi, Büyük Millet Meclisi Hükümeti sistemini, haklı olarak eksik bulan, meşrutiyet şeklinin açıkça ifadesini sağlamaya çalışan karşıtlarımız bize itiraz ediyorlar, diyorlardı ki: “Bu yapmak istediğiniz hükümet şekli neye, hangi yönetime benzer?” Amaç ve hedefimizi söyletmek için yöneltilen bu tür sorulara biz de zamanın gereğine göre yanıtlar vererek Saltanatçıları susturmak zorundaydık. (...)
Milli Mücadele’ye beraber başlayan yolculardan bazıları, milli hayatın bugünkü Cumhuriyet ve Cumhuriyet Kanunlarına kadar gelen gelişmelerde kendi fikri ve ruhi yeteneklerinin kavrama sınırı bittikçe bana karşı direnişe ve muhalefete geçmişlerdir. (...)
Ben milletin vicdanında ve geleceğinde hissettiğim büyük gelişme yeteneğini bir milli sır gibi vicdanımda taşıyarak yavaş yavaş bütün toplumumuza uygulamak mecburiyetinde idim.”
Görüldüğü gibi Atatürk, Cumhuriyet ve Cumhuriyet Devrimlerini yakın arkadaşlarının bile muhalefeti nedeniyle “vicdanında milli bir sır” olarak saklamıştı. Atatürk, zamanı gelmeden “vicdanındaki milli sırrı” açığa vurmadan adım adım ülkeyi Cumhuriyet’e taşımıştı. Siyasi yapıyı, hukuku, eğitimi çağdaşlaştırmadan, saltanatı, hilafeti kaldırmadan, kadınlara medeni ve siyasi haklar vermeden, akılcı ve bilimsel bir eğitim sistemi kurmadan, cehaleti yenmeden, yeni kanunları benimsemeden ülkenin içinde bulunduğu durumdan çıkması ve “kalkınması” mümkün değildi. (Uygulamalarda eksikler, yanlışlar da oldu. Ancak sorun, Cumhuriyetin kuruluş felsefesinde değildi. Uygulamada yaşanan sorunları çözmek ise karar vericilerin, Türkiye’yi yönetme kararlılığında olan siyasi kadroların işidir.)
Cumhuriyet, siyasi gücün halk ve temsilcileri tarafından paylaşıldığı bir devlet yönetim şeklidir ve yapısı gereği saltanatın yokluğu üzerine kuruludur. Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni üç temel devrim üzerine inşa etti: Saltanatın kaldırılması, cumhuriyetin ilânı, hilafetin kaldırılması. Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik, laik hukuk devleti yapısı bu üç temel direk üzerine oturur.
(Monarşinin, feodalizmin ve teokrasinin yıkılma sürecini başlatan 1776 Amerikan devrimi ve 1789 Fransız devrimi, felsefede, bilimde ve sanatta ortaya çıkan bu altyapının siyasi sonuçlarıdır. Bu devrimlerle birlikte, kralın, kilisenin ve toprak ağasının değil, halkın egemen olması amacıyla, monarşinin yerine yasama, yürütme, yargı arasında güçler ayrılığı; feodalizmin yerine herkese mülkiyet hakkı; teokrasinin yerine laiklik ilkesi getirilmiştir.)
Laiklik yaygın olan “din ve vicdan özgürlüğü” kavramının aksine devletin ve toplumun dini kurallardan arınmasıdır. Aydınlanmanın bir ögesidir. Laiklik Orta Çağ kurumlarına, Orta Çağ’ın devlet anlayışına karşı verilen mücadelenin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
Laiklik dini ortadan kaldırmaz, dinin yetki alanına bir sınırlama getirir. Zaten devlet ve toplum dini kurallardan arınırsa din de bireysel alana, bireyin dünyasına çekilecektir. Doğrusu da budur. Bilimsel gelişme için her şeyden önce aklın özgürleşmesine ihtiyaç vardır. Fransız bilim insanı Fizyolog Claude Bernard’ın “Ben laboratuvara girerken yalnız pardösümü değil, inançlarımı da dışarıda bırakırım.” deyişi bu durumu ifade eder.
Türk demokrasisinde dine karşı ilgisizlik ve din karşıtı laiklik değil, dine saygıyı esas alan bir laiklik benimsenmiştir. İnanç ve vicdana ait kutsal duyguların siyaset vasıtası yapılarak menfaat ve ihtiraslara alet edilmesinin önünün de kesilmesi hedeflenmiştir. Böylece inanç ve din alanını; çağcıl akıl ve bilim alanının dışında tutarak ve de hukuksal anlatımla, bireysel özgürlük alanına bırakarak dokunulamaz kılmakta ve güvenceye bağlamaktadır. (Anayasa, m. 24/1, 3; 25, 26/1).
Mustafa Kemal Atatürk’ün, Kurtuluş Savaşı sonrasında 1923’te kurduğu, demokratik bir rejime kavuşturmak istediği laik Türkiye Cumhuriyeti ile 101 yaşına giren Türkiye Cumhuriyeti aynı devlet değildir. 101 yıllık Cumhuriyet’in siyasal tarihi, kaynağını Atatürk’ten alan ve Türkiye’yi demokratik, laik, sosyal hukuk devletine dönüştürmeyi çalışan siyasal akımlarla, karşıt siyasal akımların mücadelesi tarihidir. İç politik çekişmeler ve iktidar hırsları nedeniyle Cumhuriyet, siyasi ve kültürel savaş vermek zorunda kalmıştır. Kuruluş ve gelişme dönemlerinde Cumhuriyet, eğitimde, kültürde, hukukta ve daha pek çok alanda aydınlanma yolunu açmıştır. Ancak 1940’lı yıllardan itibaren aydınlanmadan, aydınlanmacılıktan giderek uzaklaşılmıştır. Gelenekçi anlayışların siyasette güçlenmesi, Cumhuriyet’in temel değerlerinden ve aydınlanmacılıktan uzaklaşılmasının yolunu açmıştır. Aydınlanma süreci yarım kalmıştır.
Şunu kabul etmek gerekir ki AK Parti’nin 20 yıllık iktidar sürecinde karşı devrimci akımlar büyük mesafe kaydettiler. Devlete yerleştiler, devleti dönüştürdüler. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde ise yürütme organı olan hükümetin tüm yetkileri cumhurbaşkanının elinde toplanmış, kuvvetler ayrılığı ilkesi fiilen rafa kaldırılmış ve her alanda tek karar verici cumhurbaşkanı olmuştur. Bu dönemde laiklik başta olmak üzere cumhuriyetin nitelikleri, demokratik işleyiş ve denetim büyük ölçüde devre dışı kalmıştır. Siyasal rejim olarak cumhuriyet, CHS ile uygulamada bir tür meşrutiyete dönüşmüştür. (Meşrutiyet: hükümdarla yönetilen bir ülkede, hükümdarın ya da bir başbakanın başkanlığı altında bir hükümetin ve yasaları yapan seçilmiş bir parlamentonun bulunduğu yönetim biçimi.)
Sanıyorum Cumhurbaşkanı Erdoğan, rejimler arası geçiş süreci yönetimi bağlamında Atatürk’ün stratejilerini incelettirmiş ve kendisinin bunlardan nasıl yararlanacağını düşünmüş olabilir. Fakat aynı stratejiyi alıp bugün (karşı devrim) uygulamak, günün sonunda fayda üreten sonuçları doğurmaz.
Birleşmiş Milletler ‘in son raporuna göre Türkiye'nin sadece yüzde 26'sı sabahları kalktığında kendini iyi hissediyor, yani yüzde 74 bir şekilde mutsuz ya da depresyonda. 1955-1975 arasında savaşan Vietnam bugün 130 milyar dolar teknoloji ihraç ediyor, fakat Türkiye 23 milyar dolar teknoloji ihraç ediyor. Bulgaristan, Romanya bizden geri ülkelerdi fakat önümüze geçti. Kişi başına gayrisafi yurt içi hasıla (GSYH) 10 yıl önceki seviyede ve yıllardır tarihin en yüksek enflasyonunu yaşıyoruz.
Karşı devrim süreci mesafe alsa da iktidar bütün araçlarla baskıcı bir rejim kurmuş olsa da akılcı ve rasyonel politikalardan uzaklaşmanın olumsuz neticesini yurttaşlarımız yaşayarak tecrübe ediyor. Bu nedenle Türkiye’de geniş kitleler Atatürk devrimlerinin, laik Cumhuriyetin ve demokrasinin ne kadar önemli olduğunu fark ediyor. Bu dönemin kapanacak bir parantez olmadığını toplumsal tepkilerle ortaya koyuyor. (Anıtkabir’i 29 Ekim’de 745 bin 920 kişi, 10 Kasım’da ise 1 milyon 92 bin 365 kişi ziyaret ederek tarihinin en yüksek ziyaretçi rekoru kırıldı.)
Atatürk’ün kurduğu laik Cumhuriyetin kuruluş felsefesine sahip çıkmak, geçmişe saplanıp kalmak değil, Türkiye’nin aydınlık geleceğine sahip çıkmaktır. Cumhuriyetin felsefi temelini anlamak, onu toplumun iç dinamiklerini dönüştüren bir bilinç olarak görmeyi gerektirir. Cumhuriyetin 101. yılında aydınlanma yolunda nerede olduğumuzu, neler yapmamız gerektiğini düşünmek de bugünden geleceğe yönelik bir sorumluluk ve görevdir. Cumhuriyet’in geleceğe uzanan aydınlık yolunun korunması, Atatürk’ün öngördüğü gibi akıl ve bilimle donanmış bir toplum yapısının tekrar inşa edilmesiyle olanaklı olacaktır. Cumhuriyet fikrini benimseyen her birey, bu misyonu kendi yaşamında içselleştirmek, demokratik değerleri yaşatmak ve bu değerleri gelecek kuşaklara aktarmak durumundadır. Atatürk’ün mirasına sahip çıkmak; o mirası sürekli geliştirmek ve yenilemek demektir. Bunun en doğru yolu, bilimsel düşünceyi, akılcılığı ve çağdaşlığı savunmaya devam ederek Cumhuriyet’in ışığını gelecek nesillere taşımaktır.
Atatürk, Meclis Başkanlığına Seçilmesi üzerine, TBMM'de yaptığı (13 Ağustos 1923) konuşmada; "Bugüne kadar kazandığımız başarı, bize ancak ilerleme ve uygarlığa doğru bir yol açmıştır. Yoksa ilerleme ve uygarlığa henüz ulaştırmış değildir." diyerek, Türkiye'nin "her uygar memleketin yararlandığı" haklardan yararlanması için, akılcı ve bilimsel çalışmaları aralıksız olarak sürdürmesinin gereğini vurgulamıştır.
???? tebrikler ????
Altına imza atarım