Baharın getirdiği güzel bir günün, serin havasında Güneş’in sarı beyaz ışıkları kollarıyla her tarafı sarmıştı. Ilık, serin, renkli ışıklarla uyananlar, ağaçların verdiği oksijenle zinde, dinç, neşe veriyor, insanın önce beynine sonra vücudunda yerini alıyordu. İncecikten yüzünüz yumuşar, içinize huzur dolduğunu hisseder siniz? Bahçedeki ağaçlar çiçek dönemini bitirmiş, yapraklarını açmış, hafif rüzgârın etkisiyle küçük yeşil eliyle, ince dal kollarıyla el sallıyordu. Gözlerimizle takip edemediğimiz, sesini duyduğumuz kuşlar değişik ses tınısıyla şarkılarını söyleyip, kendi evleri ağaçlarda uçuşup, sabah kahvaltısı için yiyecek arıyorlardı.
25 Mayıs 2021 günlerden Salı meyveler nohut büyüklüğüne erişmiş, üzüm yaprakları altında küçücük üzüm salkımları bebekliğinin keyfini sürüyordu. Baharla birlikte kış hazırlığına başlanmalıydı. Üzüm yaprakları toplanıp, destelenip sıcak su ile haşlanmalı, soğuduktan sonra bol tuz eklenerek altın sarısı yapraklar bidonlara basılmalıydı. Eşimle birlikte bu duygu ile Oğulbeyi mahallesinde ki evin önünden asma yapraklarını toplamaya başladık. Ben tedavim için hastaneye gitmek için aşağı indim. Telefonun sesi olanca şiddetiyle çalmaya başladı. Açtığımda kayıncım Serdar kısa öz, aceleci ses tonuyla ciddi sert konuşarak; “ enişte! Yusuf’u kaybettik? ” Her zaman ki şakalarından birini yine bana sergiliyor diye düşündüm. “ Bırak oğlum böyle soğuk şakaları, güzel bahar sabahında başka şaka mı bulamadın? “ “ Enişte! Sabah Selma ablam ağlayarak ( Yusuf’u kaybettik) dedi. Ben İstanbul’dan Ankara’ya yola çıkıyorum. ” Telefonu kapattı. Baharın bunca güzelliği bir anda donup kaldı beynimde sanki. Ayakta elli saniye kurumuş ağaç misali kalakaldım. Başımdan kaynar su dökülürcesine, şaşkınlık ve suskunluğumu uzun süre atamadım üzerimden. Nefes aldığımın, ne düşündüğümün bile farkına varamadım. Kayıncım bu derecede sert şaka yapmazdı. Hayatın gerçek olaylarından biriside ölümdü. Yusuf bacanağımla yaşadığım olaylar film şeridi gibi gözümün önünden yıldırım hızıyla geçti.
Eşimin bulunduğu yöne doğru dönerek, yüksek sesle; “Hülya! Elinde ki işi bırak çabuk aşağı gel! “ Eşim; “ Ne oldu, niye geleyim aşağıya! “ Aşağıdan yukarı iki nefeste çıktım. Yardım edip, kapının önüne inene kadar hiçbir kelime etmedim. Eşim şaşırmış, bir şeyler olduğunu seziyor, dikkatlice benim hareketlerimi izliyordu. Eşime; “ hastaneye fizik tedaviye gidiyorum. Gelince hazırlığını yap birlikte Ankara’ya gidiyoruz?” “ Hayırdır Ankara’ya gitmek nereden çıktı? “ “ Bacanağım Yusuf ölmüş.” Eşim elinde bulunan tabağı fırlatarak, şuursuzca ciğerlerinde ki nefesin hepsini bir anda boşaltırcasına acı çığlığı fırlattı. O vücuttan bu derecede çığlığın çıkacağı kimsenin aklına gelmezdi. Sonraki ağlamaları normalin üzerinde olsa da içinde ki acıyı sesle birlikte gözyaşlarıyla dışarı atıyordu. Eşimin ağlamasıyla benimde gözyaşlarım iki yanağımdan süzülerek akmaya başladı. Yıllardır birlikte oturup katlık, yiyip içtik. Anılarımız, şakalarımız oldu. Sohbet edişimiz, birbirimize hak ve hukukumuz olan güzel bir insandı.
Hastane işim yirmi dakikada bitmiş, eşimde hazırlanmıştı. Birkaç kişiye telefonla ulaşıp haber verdim. Tokattan 12, 30 da Ankara yoluna düştük. 17,40 sıralarında Ankara’ya vardık. Evden içeri girer girmez, iki bacı yıllardır bir birlerini görmemişçesine sarılıp ağlamaya başladılar. Hem ağlıyorlar hem duygularını yüksek sesle ifade ediyorlardı. Çevresindeki bulunanların hepsi ağlamaya başladılar. Bazıları ağladıkları belli olmasın diye kimsenin yüzüne bakmıyor, yana arkaya doğru yüzünü çeviriyorlardı. Nasıl olduysa korona hastalığı o an için unutulmuştu. Bir süre sonra hatırlanıp, maske, mesafe, sağlığa uygunluk akıllarına geldi. Akşam saat 20.00 de otobüse binilerek Gümüşhane-Şiran-Yeniköy’e yolculuk başladı. Cenaze morgdan alınıp otobüsün altında ki bagaja konuldu. Otobüsün çeyreği ancak insanlarla dolmuştu. Taşıttakiler akrabaları, yakınları, arkadaşlarından oluşmuştu.
Arabada sessizlik hâkimdi. Motorun sesi ile tekerleğin sesi kulağımıza ulaşıyordu. Ara sıra yanımızdan geçen taşıtların sesleri bizleri düşünce âleminden koparsa da, aracımız kurallara uyarak yoluna devam ediyordu. Sabahın ilk sarı ışıkları yüzümüze vurduğunda kocaman otobüs daracık köy yollarında ki virajları dönerken zorlanıyordu. Sabah saat 8,00 i gösteriyordu. Yeniköy meydanına indik. Köylüler toplanmış bizleri bekliyorlardı. Köy muhtarı traktörü otobüse yaklaştırdı. Bagajdaki tabutu traktör vagonuna yüklediler. Baba evinin önünde helâlık alındıktan sonra mezarlığa doğru yürümeye başladık. Köye bir kilometre uzaklıktaki mezarlık yolu patika taşlarla örülmüştü. Yol kenarındaki taşlar yıkılmış, dağılmış yoğsun tutmuştu üzerleri. Yüz yıldan fazla insanlara hizmet ettiği belliydi. Mezarlıktaki musalla taşının üzerine konulan tabut, hoca eşliğinde cenaze namazı kıldırıldı. Tabut elbirliğiyle kepçe ile eşilmiş mezarın kenarına konuldu. Mezarın içi tuğla ile örülmüş, üzerine konulmak için beş santim kalınlığında kalıp beton tablalar yapılmıştı. Törenle toprağa konulan bacanağım Yusuf ebediyete yolcu etmiştik. Bir daha göremeyecek, konuşamayacağız, şakalaşamayacağız. Sadece anılarla geçmişte yaşadıklarımızın anısını konuşup duracağız. Artık bacanağıma ağaçlarda bolca gördüğümüz sincaplar, yıkık taşların arasında bulunan renkli kertenkeleler, kuşlar, böcekler arkadaşlık edeceklerdi.
Hoca son duasını okurken sevenleri mezar başını terk ediyorlardı. Benim dikkatimi çeken mezar başlarında yıllanmış, kumaş parçaları, tülbentler, mezar üzerinde resimler ve doğum ölümünü belirten yazıların yanı sıra mezar taşlarının önünde ve arkasında özlü sözler, şiirlerle donatılmıştı. Hani büyüklerin bir sözü vardır ya beddua ederken; “ mezar, mezar gezesin.” Elime kâğıt kalem aldım bende mezar, mezar gezmeye başladım. “ Bir kuştu uçurdum tutamadım. İhtiyatlık yük oldu, yoruldum sefa bulamadım. Akıbetim kara toprak oldu girdim ebediyen çıkamadım.”
Birkaç adım ötede beş kıta yazılmış mezar taşını okumaya başladım.
“Küçük yavrum ölmüş, yüzünü yüzüm mü gördü? Yaşın 28 murat mı aldın. Nisan, Mayıs ayında yaylaya geldin. Ananı babanı dertlere saldın. / Bahar geldi yine coşar dereler. Aylar yıllar geçer uzar aralar. Yine tazelendi bizim yaralar. Yeter felek bırak benim yakamı./ Gene bahar geldi yuva zamanı, Kadir Mevla’m bize vermez âmânı, Gene geldi ayrılık zamanı. Bırak felek bırak benim yakamı./ Gene bahar geldi çiçekler biter. Yavru yatırmışım burnumda tüter. Yeter felek yeter bu kadar yeter. Bırak artık felek benim yakamı./ Felek beni diyar, diyar gezdirir. Yavru acısıyla bağrım ezdirir. Mezarın başına deli yazdırır. Seher yeli al bayrağı estirir.” Yanı başında ki mezar taşı oldukça süslenmişti. Kenarları kabartmalı çiçek resimleri, ortası oymalı, taş ortasında resimlik, altında çanta resmi ortasında tabanca resminin altına Haşim Şahintaş yazılmış. Günümüzün kabartma taş işleme sanatı örneklerinden birisi duruyordu. Haşim Şahintaş Yirmi yaşlarında kendini vurmuş, dediler.
Ananın mezar taşına ” Sarıçiçekle, sararan dağlar. Kırmızı gülle bezenmiş bağlar. Bu sözlerin hiç unutulmayacak. Mis kokulu anamız… Seni çok seven evlatların.” Mezar taşlarıyla sarmaş dolaş olmuştum. Her adımında bir mezar, her mezar taşında güzel sözler/ şiirler. Kalemimle gözüm uyum içindeyken, nereye bastığımın farkında bile olamıyordum. Başka bir mezar taşında acılarıyla duyguları bir arada taşıyordu.” Aldı beni hastaneye getirdiler. İyi olur diye umut ettiler. Azrail geldi de aldı canım. Eynimden libaslarım soydular beni. Kuru bir tahtada yudular tenim. Kaldı libaslarım giyemem gayrı, Daha sonra Almanya’ya haber ulaştı. Oğlum kızım başucunda toplaştı. Annemiz ölmüş diye hepsi ağlaştı. Daha sonra köye haber saldılar. Gökleri sarmış kara bulutlar. Yeniköy – Çatal cama kazdılar mezarım. Garip mezarı mı gören ağlasın. Derleyip, yazan eşi İbrahim Şahintaş.”
Süslü beyaz mezar taşlarıyla yapılmış mezarların arasında gezerken, şiir kitabının içine girmişçesine dolaşıp duruyordum.” Eşim gurbet elde, kendim ecel şerbetini içtim burada, dostlardan dileğim okusun bir Fatiha.” Dikensiz gül bahçesindeki şiirleri okurken insan kendini mezarda olduğunu unutup gidiyordu. İki mezar ötede yan, yana birleşik karı koca mezarlarında sessiz sedasız yatarken, pamuk gibi toprak yataktaki ayakucunda şunlar yazıyordu. “ Eşim bana ben eşime doyamadım. Sen gittin gideli kalmadı tadım. Gecelerim gündüz olsu, boş kaldı yanım. Şimdi beraberiz gerçek dünyada.” Eşinin diğer taşında “ Garip bülbül dertli dertli öterken. Mezarımın üstünde otlar biterken. Dostlar bir tas suyu üstüme dökerken. Hizmetleri kabul ola, gönülleri hoş ola.” İnsanlar dağılmış birkaç kişi kalmıştı mezarlıkta. Hocanın sesi hafiften kulağıma geliyordu. Şiir kokan mezar taşlarını okumaya, not almaya devam ediyordum. “ Merdivene çıktım yan basa, basa, ciğerlerim kurudu kan kusa, kusa. Bilmiyorum anam ömür çok kısa, ölüm ver Allah’ım ayrılık verme.” Mezar taşları kaçacak acelesi var gibi elimi çabuk tutuyor, yazıyordum. “Yiğidim aslanım ulu çınarım. Bizi bırakıp gittiğine yanarım. Garip kaldım gece gündüz ağlarım. Yaramı saracak param yok benim. Dizimde dermanım, halim yok benim.” Baharın kızgın güneş ışınları mezar taşlarına vurup kavururken, yaşarken hırsla kazanma özlemi olanlar, mezarda yan yana sessizce yatıyorlar. “ Çok çalıştım tez yoruldum. Anlamadın dünya boşmuş. Yüksek dağlar başına kar yağmış. Öksüz yavrularım boynun eğmiş. Gelin yarım gurbet elde kalmış. Ne olduysa güzel yavrularıma oldu.”
Karşı tepelerde çam, pelit, yemiş ağaçlarıyla bezenmiş güler yüzlü insan gibi bakanın içini aydınlatıyordu. Yüce dağ başındaki kel yerler asık suratlı, üzgün insan gibi bakıp karşımızda duruyordu. Doruklarında ki karlar eridikçe aşağıdaki bitkilere can oluyordu. Dağlardan gözümü mezar taşlarına çevirdiğimde kalemim yazmaya başladı.” Girdim dünya kapısından, hem öksüz, hem yetim kaldım. Yoksulluk yükünü omzuma aldım. Diyar diyar gurbet gezdim. Çok çalıştım çabaladım. Düşümde gördüm inanmadım. İşimde gafil avlandım. Sizin sevginizle hakkın huzurunda uyandım.”
Bu yörenin insanları geçmiş dönemde yokluk nedeniyle büyük şehirlere gidip iş, aş, ararken değişik meslek sahibi olmuşlar. Çocuklarının tek kurtuluşunu okuma servetiyle donatmışlar. Evlerinin güzelliği, bahçe düzeninden kültür yapısını açıkça okursunuz? Sade mezar taşında ; “ Ey gani perverdigar ehlibeytin hürmeti hakkı için beni bağışla. Bu yalan dünyanın yoktur vefası, Eynımdan gitmedi gamı çilesi. Başa kadar yanmaz ömür çırası. Akıbet üfleyip söndürür felek.”
Şair Yusuf Aydın iki yapraklı mermer kitap sayfasına şöyle yazmış; “ Divane Yusuf’um söylerim böyle. Elimden gelirse sen iyilik eyle. Bildiğin var ise çekinme söyle. Bülbül gibi dilin olsa ne fayda. Ecel gelir seni geri eylemez, Tutulur dillerin bir dem söylemez. Oğlun kızın yoksa kimse ağlamaz. Nice, nice dostlar olsa ne fayda.”
Erzincan’ın dağları batımızda, sıralı ağaçlardan yoksun dururken soğuk taşların ciğerine işlemiş, yeşil yoksulu gözlerimize çarpar durur. Doğumuzda engelli dağların yeşilliği, yeşil varlığın zenginliğini haykırıyordu. Aynı güzellik Yeniköy’de de vardı. Beyaz yazmalı Seksen yaşın üzerinde bastonlu teyzenin resmini çekerken, mezar taşında da şöyle yazıyordu. “ Gülde ağlar o bülbülün ahinden. Pay isteriz Kerbala’nın şahından. Bizleri ayırma şah dergâhından. Sarı baldan gelir soyumuz bizim. / Hüseyin’im söyler Hasan Derviş’i. Gönlümüze doğdu aşkın güneşi. Sevilip sayılan gerçek bir kişi, Sarı baldan gelir soyumuz bizim./”
Her mezarın yanı başında ağaç tahtadan yapılmış oturak yeri yapılmış. Belli ki mezar ziyaretini yapan kişiler burada uzun süre oturup, mezarda yatan kişinin geçmişte olan anılarını konuşuyorlar. Böylece yaşayan kişinin yaşam sevincini yükseltiyor. Oğluna seslenen bir mezar taşı yazında şöyle sesleniyor. ; “ Oğul ne haber ne haber. Yardan bana bir haber. Bir yanımı kurt yemiş. Oğul bir yanımdan ne haber./ Ala dağlar başıma felek. Eyle gözüm yaşına felek. Eyle akıbeti kuş kondurmuş. Mezar taşıma felek.”
Zurnacı Aslan Aydın’ın mezar taşında oyma büyük bir zurna resmi bulunmakta. Düğünlerde, önemli günlerde bu yörenin insanlarını eğlendirmiş. Bir araya gelen insanlar eğlenmiş, gülmüş, türküler söyleyerek halaylar çekmişler. Mezarına bağlanan bezler yavaş, yavaş solmaya başlamış. D.1940- Ö. 2016. Mezar taşı üzerinde;” çok çaldım söyledim, sonu boşumuz. Seni hiç unutmayacağız.”
Yanında yatan mezar komşusunun yazısı şöyleydi. “ Babacığım, beni ayaklarında salladın. Başımı, sacımı okşadın. Beni sevdin, saydın hep yanımda oldun babacığım. Babacığım sensin evin direği, korursun bütün aileyi. Seversin en çok beni, seversin aileni. Yanı başımızdasın, bizimlesin her an. Seni seviyoruz ve özlüyoruz canım babamız. Çocukların ve ailen…”
Yeni köy eski adı (kötü köy) mezarlığını değil de sanki şiir, edebiyat bahçesine düştüm. Okuyacak yazacak daha onca şiir, gezecek onca mezar başı vardı. Mezarlığın tam ortasında türbe bulunmaktaydı. Türbeyi de ziyaret edeyim dedim. Türbe yuvarlak, betondan yapılmış bir yapıydı. Birkaç kişiden Betül dedenin kerametini anlattılar. Türbeden içeri girdiğimde ortada mezar, üzeri yeşillerle kaplanmıştı. Karşısında M. Kemal Atatürk’ün büyük bir resmi asılıydı. Hz Ali’nin resmi ve On İki imamların resimleri başka duvarları süslüyordu. Türbenin yanına kuru bir ağaç dikilmiş, ağacın üstünde yüzlerce bez parçası, yazılmış dilek kâğıtları bulunuyordu. “ Önce Allah’tan sonra Pehlül dedemden rahmet dilerim. Bütün vatan uğruna şehit olan ağabeylerime, ablalarıma cennet dilerim. Bir tane güzel evim olmasını isterim. Gelecek hayatımda güzel liseler, üniversitelerde okumayı isterim Sağlıklı olmayı güzel bir iş sahibi hayatımda olmasını dilerim. Rahmetler dilerim. Dedelerimin mekânı cennet olsun. Umut Kurt.” Bir başka dilek kâğıdında; “ Dedeme acil şifalar ver. İki iyilikten birini nasip et. Annemin hastalığını ilerletme, aklı ile cenneti nasip et. Oğlumun karın ağrısı tamamen geçsin, dermansız dert verme. Oğlumun ruh hali eskisinden iyi olsun. Sağlık, huzur, neşe nasip et. Yaralarım tamam yok olsun.” Mübarek tekke değil de sanki tüm sorunların çözüleceği makam yeridir. Tüm dilek yazıları ve çaputlar bu niyetle yapılmıştır.
Duvarda Pehlül dede için yazılmış, çerçeveletip asılmış şiirlerden bazıları şunlardır.
PEHLÜL DEDE DİYE, DİYE / Bütün canlar arar oldu. Pehlül dede diye, diye. Sevenlerin yanar oldu. Pehlül dede diye, diye./ Dağı taşı gezer idi. Tespihini çeker idi. Bütün cihan sever idi. Pehlül dede diye, diye./ Coşar gönül bin bir kamla. Gözler ağlar damla, damla. Yalvarırım sana duamla. Pehlül dede diye, diye. /Deli gönül coşar ağlar. Hasretinden bak ciğer dağlar. Sensiz hazan oldu bağlar. Pehlül dede diye, diye. / Deli poyraz oldum estim. Bu dünya ya hesap kestin. Dertliye bir umut nefestin. Pehlül dede diye, diye. / Bakari’de coştu taştı. Derdinden dağları aştı. Kara toprak kucak aştı. Pehlül dede diye, diye. “ Yılmaz Bakar 13. 05. 2009
Bir başka duvarı süsleyen şiir; “ PEHLÜL DİVANE / Aslı belli dede zade ocaktan. Erbabı kâmile olsun yadigâr. Hakikat şehrinde mana bağında. Pehlülü divane durmuş dede can./ Ceddidir sultan cümle evliya. Haşimi nesli hazreti Hüseyin Kerbala. Odur bir divane okuyalım Fatiha. Pehlülü divane yürüdü yüce Mevla ya. /Lütfedip geldin gezdin diyarı. Toprağa bastın içtiğin suları kâinatı. Unutma ehli beyiti gönülde kâinatı. Pehlülü divane yolunda evliya hakikati. / Hem kelamullah kitap kıl nazar iman hak. Bilmez kendi vücudunda nedir sultanı hak. Pehlülü divane yatar burada bedeni toprak. Azimkârım hakkın yolunda Fatiha okumak.” Azimet Kara 28. 07. 2006.
BU DÜNYA/ Bu dünya bir hak kapısı. Güzel görünür yapısı. Sende olsa da tapusu, Bir gün senden alan olur. / Ne getirir devri zaman. Olsa da mührü Süleyman. Ecel gelir vermez aman. Sanma burada kalan olur. / Kimler öle kimler kala. Yol alırsın vara, vara. Eğer düşer isen dara, Arkan sıra gülen olur. /Yusuf’um der yürü eğnin, Çok bulunur senin dengin. Karun kadar olsa zengin. Gün gelir ki viran olur.”
Gümüşhane- Şiran- Yeni köy mezarlığından çıkarken gözüm arkada kalan, şiir kokan güzel sözlerle bezenmiş onca mezarlarda kaldı. Şiir mezarlığa veda ederken en üste dalgalanan şanlı Türk Bayrağı’nın dalgalanması, mavi gökyüzünden geçen bulutların selamlaması onurlandırıyordu insanı. Yeni köyün eski adı (kötü köy) olarak kütüğe yazılmış. Anlatılanlara göre yazan memurun hatası olarak belirtiyorlar. Kütük köyü yazacağına kötü köy yazmış. Sonradan düzetmişler. Karadeniz bölgesi ile Doğu Anadolu bölgesini çizen iklimsel bölgeden Kelkit çayını takip ederek Ankara’ya yolculuğumuza başladık… Her ölüm, erken ölümdür. Bu güzel dünyada yaşamasını, yaşatmasını bilenlere selam olsun.