Samsun Kent Haber köşe yazarı mimar Murat Keskin, 'Sahibine Açık Mektup' başlıklı köşa yazısında Kanuni Sultan Süleyman'ın şehzade Mustafa'yı katletmesi ile ilgili tarihi olayı hatırlatarak, "Şimdi bu mektup kime yazıldı diye düşünebilirsiniz. Anlattıklarımdan herkes hayatında bir şeyler bulacak" dedi.
Devletinin sınırlarını, çağında bilinen dünyanın neredeyse tamamına kadar genişletmişti. Hükümranlığını sürdürdüğü topraklarda, adaleti herşeyin üstünde tutmasıyla ve devletinin gücünün herkese eşit hayat koşulları sağlaması gerekliliğini, olmazsa olmaz olarak benimsemesiyle ün salmıştı.
Oluşabilecek kargaşalara ve tebaasındakilerin hoşnutsuzluğuna asla tahammülü yoktu üstelik.
"Ya devlet başa, ya kuzgun leşe" diyerek, zorlukların ve kargaşanın üstesinden, devletin gücünü göstererek aşmak gerektiğini işaret eden, otoriter bir hükümdar olarak karşımıza çıkarken, "halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi, olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi" diyerek, devletin milletin mutluluğu ve esenliğinden önemli, olmadığını ortaya koyan hümanist bir demokrat olarak da gördük besbelli.
Belirttiğim gibi imparatorluğunu zirveye çıkaran ve zirvedeki kudretin devamlılığını adaletle tesis eden bir hükümdardı Kanuni Sultan Süleyman.
Devrinin diğer yöneticilerinin deyişiyle "Muhteşem Süleyman".
Gel gör ki; bazı tarihçiler imparatorluğun dağılma sürecinde, hükümdarın ortaya koyması gereken basireti gösterememesinin ve insani duygularına yenik düşmesinin, heva ve heveslerinin esiri olmasının ilk kıvılcım olduğundan bahsederler.
Şüphesiz tarihçilerin bu tespiti yaparken irdeledikleri bir olay var, ve bu olayı yaşandığı süreçte değil de, sonradan irdelemek daha kolay bir hadise. Kanuni'nin hükümdar olduğu kadar, aynı zamanda bir insan olduğu gerçeğini de atlamadan, bir de biz bakalım bu hadiseye;
İmparatorluk topraklarında huzurun, bereketin, gücün, kudretin hakim olduğu yıllarda, hükümdar gönlünü güzeller güzeli bir cariyeye kaptırır. Dillere destan güzelliği, zekası ve cana yakınlığıyla, haremin gözbebeği olan Hürrem Sultan bir an önce, valide sultan olabilmek ve kendi çocuklarının canını kurtarabilmek gibi, kendince haklı sebeplerden dolayı bir başka cana kıydırıyordu.
Sadrazam Damat Rüstem Paşa ise liyakatle gelemeyeceği devlet kademelerine, çeşitli ayak oyunlarıyla geldiği için, ve bu gelişimdeki en büyük destekçisi olan Hürrem Sultan'la hedefleri ve idealleri örtüştüğü için, aynı canın kıyılmasında başrol oynuyor ve kazanımları için, nelerden vazgeçildiğini umursamıyordu dahi.
Şehzade Mustafa ise, onca birikimine, yetişmişliğine, donanımına rağmen kendisine bu hıyanet senaryosunda, uygun bir yer bulamadığından belki, ya da hıyanet etmek gibi bir genin kendi bedeninde bulunmamasından kim bilir, bu oyunu çözemiyor ve tüm iyi niyetiyle gittiği babasının davetinde, cellatlara yem oluyordu.
Hürrem'in bütün hesabı Şehzade Beyazıt'ı veliaht şehzade yapmak üzerine kuruluyken, Beyazıt'ın ağabeyine karşı yapılanları içine sindirememesinden ve Sadrazamın kişiliksizliğine gösterdiği tepkiden, bu hesapta tutmuyordu. Devlet-i Ali Osmanî, tarihte Mimar Sinan'ın maharetiyle anılan bir camii yaptırmaktan başka, hiçbir iz bırakamayan ve keyfe hallice düşkün şehzade olan Sarı Selim'in eline kalıyordu.
İşte burada Kanuni gibi büyük bir devlet adamının, bu komplolara karşı uyanık olması gerektiği, insan olduğunu unutmadığımız halde ortak fikir olarak karşımıza çıkıyordu.
İleri görüşlülük, liderlik böylesi karışık durumlarda dahi toplumun, ülkenin ve milletin hayrına tercihlerin doğru işaretlenmesini gerektirir. Bazen hoşumuza gitmese de, kendi heva ve heveslerimizle çok örtüşmese de, kamu yararı neyi gerektiriyorsa ve ileride pişmanlıklar yaratmamak adına, tüm egolardan arınıp çırılçıplak sahici kararlar vermeli yöneticilerimiz. O zaman sımsıcak ışıl ışıl parlayan bir güneşin, milletin hüznünü ve yılgınlığını aydınlatıp, bulutları yırtarak nasıl da doğacağını görebiliriz. Lider olmak bazen sadece bu yalın kararları verebilme erdemindedir.
Tarih boyunca belki de, değişmeyen en önemli gerçeklerden biri, iktidar adayları arasında gerçekleşen bu çekişme. Yüzyıllardır gerek ülke egemenliği, gerekse dünya egemenliği için savaşlar çıkıyor, insanlar katlediliyor. Hiç bir suçu olmayan binlerce sivil insan, olayları yaratanların aksine hep ateş altında kalıyor. Sadece egemenliğini dünyaya kanıtlamak, gücün tek sahibi olmak isteyenlerin amaçlarına araç oluyorlar.
Kazanılan zaferler; daha doğrusu kimileri için zafer, kimileri için ise sadece yıkım ve acı olan sonuçlar, zafer sahiplerinden başkasının çıkarlarını korumuyor.
"İdamlar" sonu gelmeyen iktidar mücadelelerinin en kesin çözümleri gibi görüldü hep.
Halen dünyanın birçok yerinde savaşlar, devam ediyor ve sırf birileri kazansın diye insanlık kaybediyor. Şimdi bu mektup kime yazıldı diye düşünebilir, başlığı okuyanlarınız. Anlattıklarımdan sanırım herkes, hayatında bir şeyler bulacak ve üstüne alacaktır. Cumhuriyetin ve demokrasinin erdemini içselleştirmiş, tebaa olmak yerine millet olmanın onurunu yaşayanlara selam olsun...







































yüreğine kalemine sağlık davarlara duvarlara degil insanlara yazmissin tabi anlayabilenlere