İki hafta sonudur ki, kırk sekiz artı kırk sekiz saat, yani toplamda doksan altı saat, tamı tamına dört gün, biri hariç tamamı Büyükşehir olan otuz bir ilde sokağa çıkma yasağı var.
Nedeni, malum hepinizce...
Gece ve gündüz, bu koca milyonluk hatta on milyonluk şehirler bomboş, ıpıssız! Yalnız, ışıkları yansa da insansız ve ruh dünyası karanlık şehirler!..
Üstünüze gelecek devasa binalar, gökdelenler, koca koca AVM’ler, iş merkezleri, caddeler, meydanlar, sokaklar ve hele kapkaranlık çıkmaz sokaklar... Düşünebiliyor musunuz, gecenin bir karanlığında ins ve cinnin top oynadığı, insan neslinden ve cinsinden hiç bir varlığın bulunmadığı bu devasa şehirlerin yine bir o kadar devasa caddeleri ve meydanlarındasınız ve gecenin karanlığında o meydanda yürüyorsunuz, hem de Üstad NECİP FAZIL’ın KALDIRIMLAR adlı şiirinde anlattığı gibi, tam da öyle yürüyorsunuz!... Yani;
“Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa saplanan noktasında,
Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.
Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;
Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.
İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık;
Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.
İçimde damla damla bir korku birikiyor;
Sanıyorum her sokak başını kesmiş devler.
Üstüme camlarını, hep simsiyah dikiyor,
Gözüne mil çekilmiş bir ama gibi evler.
Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.
Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi;
Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.
Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim yol gitsin;
İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler.
Tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin;
Yolumun zafer takı, gölgeden taş kemerler..”
Evet, üstad NFK, ta 1927- yılında henüz yirmili yaşların başında, geceleriyle İstanbul’un o ıssız ve kısmen de karanlık sokaklarını, gecenin ve yalnızlığın oluşturduğu hafakanları bize oldukça uzun üç bölümden meydana gelmiş KALDIRIMLAR adlı şiirinde anlatıyor.
Niçin gittim 1927 yıllarında, asrın şairinin yazmış olduğu bu muhteşem şiire?
Bugün o tasvirin daha da ürpertici bir tablosunu bütün bir milletin, hatta uygulayan devletler açısından bakılırsa da, milyarların yaşadığı, koca milyonluk metropollerin nasıl da ıssız, sessiz sadasız ürpertici bir ölü şehir haline geldiğini,
daha da ötesi görülmeyen, gramaj olarak bakacak olursanız tüm dünyayı tehdit edip evlerin içine hapseden bu virüsün bir iki gram bile olmadığını düşünürseniz, ilahi kudretin azametine teslim olmanız gerekmez mi?
Bu ne büyük bir hilkat ve azamet-i İlahiyyedir ki, bütün dünyayı bu kadar küçük bir virüsle teslim aldı?!..
Dünyaya hükmettiğini zanneden zamanın Nemrut ve Firavun’larını, Şeddat ve zalimlerini, güç ve kudret bende diyen, güçsüz ve mazlumların üstüne çöken müstebit ve müstekbirlerin tümünü hizaya getirip, gerçek gücün kime ait olduğunu gösterdi.
Artık insanlık bir şeyin yeniden idrakında olmalı...
O da; Bu alem sahipsiz değil, mazlumlar ve feryadı arşı titretenler kimsesiz değil.
Bu, kimsesiz zannedilenlerin öyle bir kimsesi var ki, sizi, topunuzu kaçacak delik aramaya, sığınacak bir çukur bulmaya, lağımlarda öldürdüğünüz insanların yerine şimdi sizi lağımlarda saklanıp acaba kurtulabilir miyim çaresizliğine itiyor!..
“ Ey akıl sahipleri hala basiret basarınızı, kalp gözünüzü açıp manzaranın asli hüviyetini görerek, ciddi bir nedametle kendinizi düzeltmeyecek misiniz?!...” diye, yaşanan hadisat bu gerçeği bize haykırıyor.
Müslüman, Yahudi, Hırıstıyan, Budist, putperest, hindu, ateist, deist, materyalist, makyavelist ve aklınıza gelebilecek her ne kadar inanç ve inançsızlık ( inkar) sistemi gelirse gelsin, her birerinin Korona virüsünden alması gereken büyük dersler olmalıdır. En büyük dersi de, tüm insanlığa bu son evrensel mesajı iletmekle görevli, kendini müslüman olarak tanımlayan takribi iki milyarlık İslam alemi almalı ve düşünmelidir.
Hz. Muhammed, onun raşit halifeleri ve islamın ilk dönemdeki yayılması için say- ü gayret gösteren müslümanlar neyi ne için yapmışlarsa, aynı ruhu kuşanıp, tüm insanlık ve evrene karşı tebliğ ve hakka davet sorumluluğunu yerine getirmelidir.
Buna dünyanın aslında ne kadar hazır olduğunu görmemek için kör olmak lazım. Tablolar ortada!..
Yaşanan bu son vahim hadisat karşısında, beş yüz yıldır ezanın okunmadığı İspanya’daki caminin minaresinden ezanlar okutturuluyorsa, Çin’de, Japonya’da cuma günleri sokak aralarında camideki imama hiç bir şey bilmediği halde iktida etmeye çalışıyor, görünüşte eğilip kalkıp namaz kılıyorsa, yıllardır ezanların açıktan okutulmadığı batı hırıstıyan dünyasında camilerden aleni ezan okunuyor ve okutturuluyorsa, dünyayı kendinin yönettiğini zanneden en zalim ülke ABD’nin Meclisinde Kur’an, fatiha ve dualar okunuyorsa, kilise ve havralarda kuran ve İslami dua seansları icra ediliyorsa, biz İslam dünyasına ve onun din alimlerine ciddi bir görev ve seferberlik emri çıkmış demektir.
Şimdi, yeni ancak temeli Hz. Muhammed (sav) Efendimize dayanan bir tebliğ metodolojisiyle kolları sıvamanın tam da zamanı.
Değişik branşlardaki mümin ve muvahhit ilim adamları, tıp otoriteleri ve özellikle ilahiyatçılara büyük sorumluluklar düşmektedir.
Kendilerini, islamın asırlardır var olan uygulamalarıyla mücadele etmek yerine, yeni ufuklarda cihad ruhuna davet ediyorum. O da kavl-i leyyin, karşısındakinin idrakine, izanına ve tam da kalbine dokunacak zarafetle son dinin evrensel mesajını onlara sunmak olmalıdır.
Şer görüp zannettiğimizden, alem-i İslam olarak, öyle hayırlı sonuçlar çıkarabiliriz ki, bunu bugün ifade ve idrakten yoksun olduğumuzu düşünüyorum.
Rabbim bu yolda basiret ve irfanımızı açsın ve işimizi kolaylaştırsın!
Selam ve dualarımla!...