Türkiye, son 30 yılda derin bir toplumsal ve siyasal dönüşüm geçirdi. 28 Şubat süreci, 'irtica tehdidi' gerekçesiyle askeri vesayetin sivil siyasete açık müdahalesini simgelerken, 2002’den sonra Ak Parti iktidarı altında ise bu vesayetin yerini giderek merkezileşmiş ve otoriterleşmiş bir siyasal yapı aldı. Gelinen noktada, Ak Parti’nin 2002’de vaat ettiği 'ileri demokrasi'nin, bireysel özgürlükleri kısıtlayan, yargıyı araçsallaştıran ve toplumsal kutuplaşmayı derinleştiren bir yapıya dönüştüğünü görüyoruz.
Ancak bu süreç sadece siyasi bir mesele değil. Toplumsal ve psikolojik dinamikler, Türkiye’deki bu büyük dönüşümün temel taşı oldu. 28 Şubat’ın baskıcı atmosferiyle mağduriyet hissine kapılan geniş muhafazakâr kitleler, Ak Parti iktidarıyla birlikte bu travmanın rövanşını almaya yöneldiler. Ancak bu rövanşist ruh hali, zamanla güç zehirlenmesine ve otoriterleşmeye dönüştü.
28 Şubat: Travma ve Mağduriyetin İnşası
28 Şubat 1997, post-modern darbe olarak adlandırılsa da aslında "bürokrasinin, medyanın ve sermayenin organize bir şekilde dindar kimliği bastırma girişimi" olarak da okunabilir. Başörtüsü yasağı, imam hatiplerin kapatılması ve dini söylemin kriminalize edilmesi, özellikle muhafazakâr kesimlerde "derin bir mağduriyet duygusu" yarattı. Bu mağduriyet, psikolojik olarak toplumsal hafızaya kazındı ve muhafazakâr kesimin kolektif bilincinde bir travma olarak yer etti.
Mağduriyet psikolojisinin iki temel sonucu oldu:
1. Kimlik Siyasetinin Güçlenmesi: Mağdur edilen kesimler, kimliklerini siyasal bir varoluş biçimi olarak gördü ve dindarlık, siyaset ile iç içe geçti.
2. Güç Arzusu ve Rövanşist Refleks: Mağdur edilen kesim, iktidarı ele geçirdiğinde bu mağduriyetin intikamını alma eğilimine girdi.
Ak Parti'nin İlk Yılları: Demokratikleşme mi, Geçici Strateji mi?
Ak Parti 2002’de iktidara geldiğinde, demokrasi, özgürlük ve AB reformlarını savunan bir parti olarak öne çıktı. Vesayetçi yapıya karşı hukuk ve sivil toplum alanında reformlar yapıldı. Ancak 2010’lara gelindiğinde, demokratikleşme sürecinin bir araç olduğu ve esas amacın iktidarı konsolide etmek olduğu anlaşıldı.
Bu süreçte:
- 28 Şubat döneminin mağdurları, devletin yeni muktedirleri haline geldi.
- Yargı, medya ve akademi üzerindeki baskılar arttı.
- Muhalif kimlikler ötekileştirildi ve yeni bir “makbul vatandaş” modeli oluşturuldu.
Toplumun büyük bir kesimi için “mazlumlar”ın iktidarı, yeni “zalimler”e dönüşmüştü.
2013 Sonrası: Yeni Vesayet ve Otoriterleşme
Gezi Parkı protestoları, 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonları ve 15 Temmuz darbe girişimi, Ak Parti’nin yönetim anlayışında büyük kırılmalar yarattı. 2017’de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçiş, Türkiye’yi merkeziyetçi ve lider odaklı bir yönetim modeline taşıdı.
Bugün gelinen noktada:
- Bireysel özgürlükler kısıtlanıyor.
- Siyasi muhalefet kriminalize ediliyor.
- Yargı bağımsızlığı büyük ölçüde zedelenmiş durumda.
- Medya, iktidarın propaganda aygıtına dönüştü.
Artık 28 Şubat dönemindeki askeri vesayet yok. Ama yerine sivil otoriterlik ve popülist bir lider kültü geldi.
Toplumsal Psikoloji: Korku, Kutuplaşma ve Biat Kültürü
Ak Parti’nin uzun süren iktidarı, Türkiye’de büyük bir psikolojik dönüşüm yarattı:
- Biat kültürü: Muhafazakâr kesimde, devletin kararlarına itiraz etmeme ve lidere kayıtsız şartsız bağlılık refleksi gelişti.
- Korku toplumu: İnsanlar, düşüncelerini açıkça ifade etmekten çekinir hale geldi.
- Kutuplaşma: 28 Şubat’ın mağdurları, yeni mağdurlar yaratarak toplumu keskin hatlarla ayırdı.
Bu psikolojik dönüşüm, insanların birey olmaktan çıkıp kolektif kimliklere sığınmasına neden oldu. Otoriter sistemin sürdürülebilirliği de büyük ölçüde bu toplumsal korku ve kutuplaşma stratejisine dayanıyor.
Felsefi Bir Perspektif: Hakikat Sonrası Çağ ve İdeolojik Körlük
Felsefi açıdan bakıldığında, Türkiye hakikat sonrası (post-truth) bir dönem yaşıyor. Gerçekler değil, algılar ve propagandalar ön planda. Toplumun büyük bir kesimi, kendi gerçeğini yaratıyor ve buna inanıyor.
Bu bağlamda, 28 Şubat’tan bugüne yaşanan dönüşüm Nietzsche’nin “Güç İstenci” kavramıyla da örtüşüyor. Gücü eline geçiren kesim, bir zamanlar mücadele ettiği baskıcı düzeni kendi çıkarlarına göre yeniden inşa etti.
Bugün artık 28 Şubat’ın otoriter zihniyetini eleştirenlerin büyük bir kısmı, aynı zihniyeti başka bir formda sürdürüyor. İktidar değişse bile, otoriterliğin şekil değiştirerek devam ettiği bir kısır döngü içinde dönüyoruz.
Sonuç: Çıkış Yolu Var mı?
Türkiye’nin bu otoriter döngüden çıkabilmesi için siyasi, toplumsal ve bireysel düzeyde üç büyük dönüşüme ihtiyacı var:
1. Siyasi: Güçler ayrılığı yeniden sağlanmalı, hukukun üstünlüğü tesis edilmeli.
2. Toplumsal: Kimlik siyasetinden uzaklaşıp ortak vatandaşlık bilinci geliştirilmeli.
3. Bireysel: Korkuya dayalı biat kültürü yerine, bireysel özgürlük ve eleştirel düşünme yaygınlaşmalı.
Ancak bu dönüşüm, sadece bir seçimle veya hükümet değişikliğiyle gerçekleşmeyecek. Türkiye’nin demokratikleşmesi, bireylerin zihinsel özgürlüğünü kazanmasıyla mümkün olacak.
Tarih bize gösterdi ki, iktidarlar değişse de otoriter refleksler devam edebilir. Asıl mesele, otoriterliği üreten zihniyeti aşmaktır. Türkiye bunu başarabilir mi? Cevabı, toplumun vicdanında ve özgürlük talebinde saklı.
Muazzam bir yazı. Akademik bir dille yazılmış. Tespitler çok iyi
Türkiyeyi kuran halka Türk milleti denir. Lübnan'daki gibi kabile siyasetinin varacağı yer belli.
Çok güzel özetlenmiş
ilk kez aklı başında bir yazı okudum. gazetecilik budur.